Başlıyoruz!

2009 Şubat ya da Mart ayı... İstanbul Modern... Bir grup insan “Okuma Yazma Egzersizleri” adını verdikleri 6 haftalık bir çalışma için ilk toplantılarını yapıyorlar. Dertleri biraz kendilerini, biraz hayatı anlamak, sanata bulaşmak, düşünmek, tartışmak, nefes almak.

Konular belirleniyor. İlk konu: “SANAT” nedir?

Daha OYE olmadığımız zamanlardı. Tiyatro öğrenmek istiyorduk biz. Öyle başladı bu okuma yazma macerası… Dersler çok keyifliydi, okuyorduk, tartışıyorduk. Sonra dersler çoğaldı, biz azaldık ve sonunda 6 kişi kaldık. Bir de tabi olmazsa olmazımız hocamız. Bitsin istemedik, OYE olduk.

Okuduk, izledik, düşündük, merak ettik, anlamaya çalıştık, aradık. Tamam bazen de okuyamadık, izleyemediğimiz de oldu, anlayamadığımız da oldu. Ama en başından beri biriktirdik, üzerine ekledik, devam ettik. Tragedyayla başlamıştık, duramadık, Aristo-Platon, modern, hatta post-modern, populer kültür, polisiye, bilim-kurgu, şu sinema dediğimiz, sanatta ve hayatta “dramatik olan”, mitoloji, oryantalizm, muamma, İstanbul vs. vs. vs. Etrafımızdakilerle zaten paylaşıyorduk yaptıklarımızı, şimdi istiyoruz ki biraz da burada paylaşalım. Neler yapmışız, bizde neler kalmış, nelere dönüşmüş görelim. Derdimiz bize ait olması, bizi yansıtması. Büyük iddialarımız yok, sadece deniyoruz.

Çünkü biz OYE’yiz. Kendine yakışanı giyen meraklı insanlar topluluğuyuz.


Ve belki de daha yeni başlıyoruz...

  • "Bir sözün doğruluğu ile inandırıcılığı arasında hiç bir bağlantı yoktur."
  • "Houston, we have a problem."
  • “Kim için yazdığım soruldu; okumak isteyen için, cevabını verdim.”
  • "Houston, we have a problem!"
  • "Bu kostümlü prova falan değil hayatın ta kendisi."
  • "Houston, we have a problEM!"
  • "Yavaş yürüyor olabilirim ama hiç bir zaman geriye doğru yürümedim."
  • "HoustooOOn!"
  • "Bööle kollarımı açaydım, gitme diyeydim!"
  • "?"

26 Aralık 2010 Pazar

KIŞ...

Pencereden denize baktı. Hava hala kapalıydı, deniz de öyle… İçindeki sıkıntının büyüdüğünü hissetti. Uzanıp pencereyi açtı. Vazgeçti. Camdan denize baktı yeniden. Arabalı vapuru aradı gözleri, evet ordaydı, Harem’i arkasında bırakmış Sirkeci’ye doğru gidiyordu… Ama yeniydi bu, hızlıydı. Eski vapurları seyretmek çok başkaydı oysa. Bir kere ağır ağır giderlerdi. Boğazın ortasındaki akıntıyla baş etmek için ileri gideceği yerde yan yan, çağanoz gibi Karaköy’e doğru sürüklenir, akıntıyı geçince de burnunu Sirkeci’ye çevirir, ağır yükünün hakkını vererek, ağır ağır, ama kendi ritmi içinde oldukça hızlanmış olarak menziline doğru yollanırdı… Denizde güzel bir şey görememişti, biraz daha yakına çevirdi gözlerini, kız kulesi silikti, kapalı hava onu biraz daha küçültmüştü sanki. Oysa geceleri, hava da açıksa pırıl pırıl görünürdü yan pencereden. Onu salondaki sehpanın üstündeki bir lamba gibi izlerdi otururken… Balkona baktı ve hiç çiçek olmadığını gördü. Zaten saksıların ikisi de rüzgardan uçmuştu. “Yeni saksı lazım” diye geçirdi içinden. Bu yıl hiç kış çiçeği yapmamıştı demek ki, üstelik bu vakte kadar fark etmemişti bunu. Oysa nergisler ve sümbüller yapardı hep. Bu vakitler açmazlardı elbet, ama orada soğanların olduğunu bilmek yeterdi. Salona çevirdi başını, evet bu yıl çam da süslememişti. Bir an aklından geçirdi. Ama çamın gardrobun üstünde olduğunu düşününce vazgeçti. Sonra o Fassbinder hikayesini hatırladı, yoksa Murathan Mungan mıydı, ne saçma, ikisini nasıl karıştırıyordu ki… Çamın bir yıl boyunca gardrobun üstünde antresini beklediğini, ev sahibinin yılbaşı neşesine her yıl biraz daha erken kapılması için hevesle kutusunun içinde yattığını ve mesela bu yıl olduğu gibi, oradan hiç indirilmeyince, nasıl kırılacağını düşündü. Çam için üzüldü. Ama yatak odasındaki sandalyenin üstünü boşaltacak ve onu gardrobun üstünden indirecek kadar değildi belli ki, kıpırdamadı. Ama portmantoya doğru yürüdü, pardesüsünü aldı, antredeki dikiş makinesinin üstünden de arabanın anahtarını, çantasını arandı, cüzdan oradaydı, makinenin üstünde. “Yetsin, ruhsatı da almayayım, çiçekçi yakın…” Para çekmesi gerekiyordu, çiçekçinin post makinesi yoktu, yoksa var mıydı, düşünmedi, kapıyı açtı… “Saksı da almalı” diye düşündü merdivenleri inerken, rüzgar her yıl bir-iki saksıyı uçuruyordu…

Eldivenlerin içi iyice terlemişti, ama soğanların ve çiçeklerin hepsini dikmeden bırakmaya niyeti yoktu. İçeri girip yeni eldivenler giyeyim diye düşündü, ayaklarına baktı, toprak içindeydi. Salonu kirletirim diye vazgeçti.

Vişne