Pencereden denize baktı. Hava hala kapalıydı, deniz de öyle… İçindeki sıkıntının büyüdüğünü hissetti. Uzanıp pencereyi açtı. Vazgeçti. Camdan denize baktı yeniden. Arabalı vapuru aradı gözleri, evet ordaydı, Harem’i arkasında bırakmış Sirkeci’ye doğru gidiyordu… Ama yeniydi bu, hızlıydı. Eski vapurları seyretmek çok başkaydı oysa. Bir kere ağır ağır giderlerdi. Boğazın ortasındaki akıntıyla baş etmek için ileri gideceği yerde yan yan, çağanoz gibi Karaköy’e doğru sürüklenir, akıntıyı geçince de burnunu Sirkeci’ye çevirir, ağır yükünün hakkını vererek, ağır ağır, ama kendi ritmi içinde oldukça hızlanmış olarak menziline doğru yollanırdı… Denizde güzel bir şey görememişti, biraz daha yakına çevirdi gözlerini, kız kulesi silikti, kapalı hava onu biraz daha küçültmüştü sanki. Oysa geceleri, hava da açıksa pırıl pırıl görünürdü yan pencereden. Onu salondaki sehpanın üstündeki bir lamba gibi izlerdi otururken… Balkona baktı ve hiç çiçek olmadığını gördü. Zaten saksıların ikisi de rüzgardan uçmuştu. “Yeni saksı lazım” diye geçirdi içinden. Bu yıl hiç kış çiçeği yapmamıştı demek ki, üstelik bu vakte kadar fark etmemişti bunu. Oysa nergisler ve sümbüller yapardı hep. Bu vakitler açmazlardı elbet, ama orada soğanların olduğunu bilmek yeterdi. Salona çevirdi başını, evet bu yıl çam da süslememişti. Bir an aklından geçirdi. Ama çamın gardrobun üstünde olduğunu düşününce vazgeçti. Sonra o Fassbinder hikayesini hatırladı, yoksa Murathan Mungan mıydı, ne saçma, ikisini nasıl karıştırıyordu ki… Çamın bir yıl boyunca gardrobun üstünde antresini beklediğini, ev sahibinin yılbaşı neşesine her yıl biraz daha erken kapılması için hevesle kutusunun içinde yattığını ve mesela bu yıl olduğu gibi, oradan hiç indirilmeyince, nasıl kırılacağını düşündü. Çam için üzüldü. Ama yatak odasındaki sandalyenin üstünü boşaltacak ve onu gardrobun üstünden indirecek kadar değildi belli ki, kıpırdamadı. Ama portmantoya doğru yürüdü, pardesüsünü aldı, antredeki dikiş makinesinin üstünden de arabanın anahtarını, çantasını arandı, cüzdan oradaydı, makinenin üstünde. “Yetsin, ruhsatı da almayayım, çiçekçi yakın…” Para çekmesi gerekiyordu, çiçekçinin post makinesi yoktu, yoksa var mıydı, düşünmedi, kapıyı açtı… “Saksı da almalı” diye düşündü merdivenleri inerken, rüzgar her yıl bir-iki saksıyı uçuruyordu…
Eldivenlerin içi iyice terlemişti, ama soğanların ve çiçeklerin hepsini dikmeden bırakmaya niyeti yoktu. İçeri girip yeni eldivenler giyeyim diye düşündü, ayaklarına baktı, toprak içindeydi. Salonu kirletirim diye vazgeçti.
Vişne