Başlıyoruz!

2009 Şubat ya da Mart ayı... İstanbul Modern... Bir grup insan “Okuma Yazma Egzersizleri” adını verdikleri 6 haftalık bir çalışma için ilk toplantılarını yapıyorlar. Dertleri biraz kendilerini, biraz hayatı anlamak, sanata bulaşmak, düşünmek, tartışmak, nefes almak.

Konular belirleniyor. İlk konu: “SANAT” nedir?

Daha OYE olmadığımız zamanlardı. Tiyatro öğrenmek istiyorduk biz. Öyle başladı bu okuma yazma macerası… Dersler çok keyifliydi, okuyorduk, tartışıyorduk. Sonra dersler çoğaldı, biz azaldık ve sonunda 6 kişi kaldık. Bir de tabi olmazsa olmazımız hocamız. Bitsin istemedik, OYE olduk.

Okuduk, izledik, düşündük, merak ettik, anlamaya çalıştık, aradık. Tamam bazen de okuyamadık, izleyemediğimiz de oldu, anlayamadığımız da oldu. Ama en başından beri biriktirdik, üzerine ekledik, devam ettik. Tragedyayla başlamıştık, duramadık, Aristo-Platon, modern, hatta post-modern, populer kültür, polisiye, bilim-kurgu, şu sinema dediğimiz, sanatta ve hayatta “dramatik olan”, mitoloji, oryantalizm, muamma, İstanbul vs. vs. vs. Etrafımızdakilerle zaten paylaşıyorduk yaptıklarımızı, şimdi istiyoruz ki biraz da burada paylaşalım. Neler yapmışız, bizde neler kalmış, nelere dönüşmüş görelim. Derdimiz bize ait olması, bizi yansıtması. Büyük iddialarımız yok, sadece deniyoruz.

Çünkü biz OYE’yiz. Kendine yakışanı giyen meraklı insanlar topluluğuyuz.


Ve belki de daha yeni başlıyoruz...

  • "Bir sözün doğruluğu ile inandırıcılığı arasında hiç bir bağlantı yoktur."
  • "Houston, we have a problem."
  • “Kim için yazdığım soruldu; okumak isteyen için, cevabını verdim.”
  • "Houston, we have a problem!"
  • "Bu kostümlü prova falan değil hayatın ta kendisi."
  • "Houston, we have a problEM!"
  • "Yavaş yürüyor olabilirim ama hiç bir zaman geriye doğru yürümedim."
  • "HoustooOOn!"
  • "Bööle kollarımı açaydım, gitme diyeydim!"
  • "?"

26 Aralık 2010 Pazar

KIŞ...

Pencereden denize baktı. Hava hala kapalıydı, deniz de öyle… İçindeki sıkıntının büyüdüğünü hissetti. Uzanıp pencereyi açtı. Vazgeçti. Camdan denize baktı yeniden. Arabalı vapuru aradı gözleri, evet ordaydı, Harem’i arkasında bırakmış Sirkeci’ye doğru gidiyordu… Ama yeniydi bu, hızlıydı. Eski vapurları seyretmek çok başkaydı oysa. Bir kere ağır ağır giderlerdi. Boğazın ortasındaki akıntıyla baş etmek için ileri gideceği yerde yan yan, çağanoz gibi Karaköy’e doğru sürüklenir, akıntıyı geçince de burnunu Sirkeci’ye çevirir, ağır yükünün hakkını vererek, ağır ağır, ama kendi ritmi içinde oldukça hızlanmış olarak menziline doğru yollanırdı… Denizde güzel bir şey görememişti, biraz daha yakına çevirdi gözlerini, kız kulesi silikti, kapalı hava onu biraz daha küçültmüştü sanki. Oysa geceleri, hava da açıksa pırıl pırıl görünürdü yan pencereden. Onu salondaki sehpanın üstündeki bir lamba gibi izlerdi otururken… Balkona baktı ve hiç çiçek olmadığını gördü. Zaten saksıların ikisi de rüzgardan uçmuştu. “Yeni saksı lazım” diye geçirdi içinden. Bu yıl hiç kış çiçeği yapmamıştı demek ki, üstelik bu vakte kadar fark etmemişti bunu. Oysa nergisler ve sümbüller yapardı hep. Bu vakitler açmazlardı elbet, ama orada soğanların olduğunu bilmek yeterdi. Salona çevirdi başını, evet bu yıl çam da süslememişti. Bir an aklından geçirdi. Ama çamın gardrobun üstünde olduğunu düşününce vazgeçti. Sonra o Fassbinder hikayesini hatırladı, yoksa Murathan Mungan mıydı, ne saçma, ikisini nasıl karıştırıyordu ki… Çamın bir yıl boyunca gardrobun üstünde antresini beklediğini, ev sahibinin yılbaşı neşesine her yıl biraz daha erken kapılması için hevesle kutusunun içinde yattığını ve mesela bu yıl olduğu gibi, oradan hiç indirilmeyince, nasıl kırılacağını düşündü. Çam için üzüldü. Ama yatak odasındaki sandalyenin üstünü boşaltacak ve onu gardrobun üstünden indirecek kadar değildi belli ki, kıpırdamadı. Ama portmantoya doğru yürüdü, pardesüsünü aldı, antredeki dikiş makinesinin üstünden de arabanın anahtarını, çantasını arandı, cüzdan oradaydı, makinenin üstünde. “Yetsin, ruhsatı da almayayım, çiçekçi yakın…” Para çekmesi gerekiyordu, çiçekçinin post makinesi yoktu, yoksa var mıydı, düşünmedi, kapıyı açtı… “Saksı da almalı” diye düşündü merdivenleri inerken, rüzgar her yıl bir-iki saksıyı uçuruyordu…

Eldivenlerin içi iyice terlemişti, ama soğanların ve çiçeklerin hepsini dikmeden bırakmaya niyeti yoktu. İçeri girip yeni eldivenler giyeyim diye düşündü, ayaklarına baktı, toprak içindeydi. Salonu kirletirim diye vazgeçti.

Vişne

27 Mayıs 2010 Perşembe

GİRİZGAH

Metroda herkes parfüm kokuyordu. Sanki eğlence garantili partiler, çılgınca dans edilecek barlar ve kulüpler onları bekliyordu. Benimse sabah altıda girmem gereken bir direksiyon sınavım ve saat 11'e yetişmesi gereken bir yazım (?) vardı.
Böyle söyleyince köşesini yetiştirmeye çalışan ve New York'un o tatlı kozmopolit havasından bir yandan yakınıp bir yandan da bu havayı obsesif derecede seven bir Carrie Bradshaw havası esse de gerçek böyle değildi. Direksiyon sınavım Sütlüce'deydi, arabayı istop ettirme ihtimalim oldukça yüksekti ve hayat apolitik olunamayacak kadar gerçekti.
Metrodan eve yürürken - ya son metroydu ya sondan bir önceki bu ayrıntı önemli - ister istemez belirtili nesnesi olduğum cümleleri duymazlıktan gelmeyi bildim. Bir kadının koynunda uyumaya hasret ve bu kadar masum bir isteği bu kadar primitif düzeyde ifade etmeyi seçen çoğunluğu düşündüm. (Az düşündüm çok değil.) Empati kurmakla kontrolsüz şiddet uygulamak (hayal bu ya) arası aşina hisler içindeyken eve vardım.
Bu benim ilk yazımdı, konusu ne olmalıydı; ciddi ve mesafeli mi yoksa samimi ve lakayt mı? Bir kadın arkadaşımın arabasıyla yaptığım bir kaç dur-kalk egzersizi işe yararsa yarın sabahı sorunsuz atlatacaktım; peki kadınlar gerçekten kötü mü araba kullanıyordu? Araba kullanmak için gerekli olan soğukkanlılıktan bihaber miydik?
Bu cümleleri bir kadından duymak beni neden bu kadar incitiyordu? Duyduğum "Tamam kadınlar erkeklerle eşit olmadığı için böyle, o zaman yabancı ülkelerdeki kadınlara ne demeli onlar da mı hayata geç atıldı yani, onlara da mı şans verilmedi", " bugün isteyen her kadın erkeklerle aynı özgürlüklere sahip" gibi önermeler boğazımı düğümlemekteydi.
Evet öyle çünkü kadının araba kullandığı erkek egemen olmayan bir coğrafya yok, varsa da ben bilmiyorum gibi cümlelerden sonra bunu tartışmak için ne doğru zaman ne de doğru yer olduğuna kanaat getirdim.

Haftalar sonra gelen final eki : Ehliyet sınavını ikinci girişimde geçtim. Blogu bu kadar ihmal ettiğim için gerekli suçluluk ve pişmanlık içerisinde yazıma son verirken, kendim ve saz arkadaşlarım adına bu blogun hayırlara vesile olmasını diliyorum.

Feri

ER YA DA GEÇ

Geçtiğimiz günlerde bir gazetenin çocuklar için hazırladığı özel ilavesinde bir yazı okuyordum.
Bir kaç çocuğa gelecekte ne olmak istedikleri, neler yapacakları sorulmuş, onlarda anlatıyor.
Kendimce eğlenmek maksadıyla "eminim öyle olursun" " hmm o kadar kolay çünkü " diyerek dalga
geçiyorum çocukların anlattıklarıyla. - Kıskanıyorum galiba, çünkü her şey onlar için yeni
başlıyor. - Sonra yazının giriş kısmını okuyorum. Gözüme takılan iki şey bütün eğlencemi
bozuyor. "Çocuklar dünyayı değiştirebilecek yaşa geldiklerinde..." Bütün yazıların altındaki
yaşa bakıyorum merakla " ... 25 yaşında "

Öncelikle birinin bu çocuklara 25 yaşın o kadar da büyük bir yaş olmadığını
söylemesi gerekiyor. Ben geldim oradan biliyorum. Ama bu yetmezmiş gibi "25 yaş" aynı hafta
içinde gözüme sokulmak istenirmişcesine o kadar çok karşıma çıkıyor ki, "bilmem kim 25 yaşındaydı
şunu yaptığında" , " 25 -30 yaşlarında... " , "25 yaşına geldiğimde .." Eti wanted reklamındaki
adama dönüşüyorum bunları duydukça
- pardoon, vu le vuu -

Bu kadar şeyden sonra mecburi yön, dönüp kendime, neler yaptığıma ve yapmak istediklerime
bakmak.. Tabi ki benim için oyunculuk üzerinden gidiyor bu düşünme faslı.Değerlendirme
sonucunda içimde çok fazla istek, dışımdaysa çok az çaba buluyorum. Beni şaşırtmıyor bu
sonuç, çünkü biliyorum ki ters orantılı bendeki "bazı" yoğun hislerin dışarıdan görünüşü.
Peki sorunun ne evladım? Neden bu kadar az çaba? Madem çok istiyorsun parala kendini
çalış işte.

-Korkuyorum..
-Neden?
-E ya kötü olursa, aa bundan bişi olmaz demesinler sonra. Ya çalışırsam ve başaramazsam.

İşte içimden bir an önce çıkıp gitmesini istediğim, yüzüne yüzüne "kapı açık, arkanı
dön ve çık!!! istenmiyorsun artık!!" diye haykırdığım az çabamın kaynağı olan hissiyat.
Tanışılınca pek memnun olunacak biri değil ama yüzleşme kısmı önemli , ama hissiyatla
mücadele kısmı daha da önemli.

Bir kitapta okuduğum aklımda yer eden bir cümle;
"Yapmak, iyi yapmaktan önemlidir."
Çaba sarfetmeden başarmaya çalışmak değil tabi ki, ama kötü de olsa uğraşmak, devam etmek,
kötüden korkmamak. Çünkü yapmaya başlamazsan hiç bir zaman iyi yapma şansın yok diyorum
kendime. Denemeden bilemezsin diyoruz ya hani, o işte.

Yaratmaya çalışmak zor bir şey. Bir de "disiplin" sorunu girince işin içine
- ayrı bir yazı konusu - tadından yenmiyor bu yapmak isteyip de yapamama hali.
Zaten kaçmaya yer arayan bünye de bunu görünce bahaneler bulup vazgeçiyor.
Ama kimse ben adım atmadan değiştiremeyecek bir şeyleri, bunu da biliyorum.
Korkmuyor muyum? Evet korkuyorum başaramamaktan.
"Ama daha eğlenceli işte, kalbin çarptıkça yaşadığını hissedersin" diyorum.
Sonra diyorum ki sadece kendinle uğraş, kendinle yarış yavrucum. Her kat ettiğin yol senin
için bir başarı. Niye her 25 yaşındaki insanla karşılaştırıyorsun kendini?

Çok da güzel diyorum aslında, o zaman yapılacak tek şey kaldı. Bu yazıyla beraber
bırakmak içimdeki kütleyi.
Oohh evet ya, buraya kadar. O beni bırakmak istemese de koyacağım ben araya mesafemi.
Yüz göz olmak yok! Ben ne dersem o bundan sonra.

Pek bir bozuldu tabi, ani bir karar oldu, ama o da alışır bensizliğe.
Eee n'apalım ayrılık vakti gelmiş demek ki.

Bu şartlar altında fazla söze gerek yok, iki medeni insan gibi...
Elveda...
Seni hiç özlemeyeceğim sevgili kütle, az çaba kaynağı hissiyat ve daha bir sürü...


Shui Ta

18 Mayıs 2010 Salı

Muamma

Başlangıçlar ve sonlar muammadır. İnsan dediğimiz canlı hababam muammasını çözmeye çalışır. Bu sırada cebine yeni başlangıçlar, yeni muammalar atarak ve katarak, nereye koşuyorsa artık, koşusuna devam eder. Bizim de cebimize attığımız son muammamız “oye” oldu. “Gerçekler acıdır, baklava tatlıdır, o zaman baklava gerçek değildir.” diye düşündüm ve dedim ki: “oye” başlangıçtır, muamma başlangıçtır, o zaman “oye” muammadır(!). Yok şimdi tam öyle değil tabii. Daha çok şöyle: “ Başlangıçlar muammadır. Şu yaptığımız “oye” adına bir başlangıçtır. O zaman konumuz muamma olsundur.” Muammamızı cebimizdekilerle karıştırdık, her seferinde elimize geleni çıkardık cebimizden. Baktım ben cebimden ne çeksem muamma çıkıyor. Matematikteki olasılık problemleri hesabı (hani çekilen topu tekrar torbaya atmalı mı atmamalı mı sorunu) dedim ki artık yetti bu muammayı bu cepten çekip onunla oynayıp öbür cebe atma vakti geldi.

Muamma nedir? Sfenks’in bilmecesi mi, Tanrı’nın sıfatı mı, yoksa Vedat Sakman’dan bir şarkı mı? Gözünüzü seveyim, bana “kişinin kendine yakışanı giymesidir” demeyin. Ciddi ciddi konuşuyoruz şurada. Hepimiz muammalarımızın farklı olduğunu sansak da bence aynı. Belki sorular aynı da cevaplar farklı. Nereden geldik, neden buradayız, niye aşık oluyoruz, aşk ne ki? Neden diziler izliyor, kitaplar yazıyor, büyük binalar yapıyor, filmler çekiyoruz? Hepsi aynı muammada birleşiyor: Hayatta kalmak, ölümsüz olmak istiyoruz, hazır bir muammaya alışmışız (kimimiz üzümünü ye, bağını sorma hesabı da olsa…) onu çözmeden gitmek istemiyoruz. Sanat da, bilim de, mitoloji de, din de muamma için/varolduğu için değil mi?

Binlerce yıl önce insanlar mitolojiyle bir çözüm bulmuşlar kendilerine. Bu hem öykü, hem bilgi olmuş onlar için. Sonrasında oyunlar, şarkılar, şiirler, romanlar, filmler, heykeller, resimler yaratmışlar. İçinde fayda aramaktan çıktığı anda sanat olmuş bunlar. Faydaya, kazanca dayalı olanlar da üretilip, tüketilmiş.

Şu anda bildiğimiz tek hayat üstünde yürüdüğümüz yeryüzü ve içimize doldurduğumuz pis ya da temiz hava. Avatar’ı, Yüzükler’in Efendisi’ni, Matrix’i izlerken yaptığımız bilmediğimiz ya da unuttuğumuzu varsaydığımız ya da hiç yaşamadığımız “başka” bir hayat olduğunu varsaymak. Başka ihtimalleri gözden geçirmek. Kubrick’in 2001: Space Odyssey filmindeki taşın gizemini çözmek, esir miyiz, efendi miyiz onu görmek, belki doğayla inatlaşmak, onun gücünü kıskanmak. Ne yaparsak yapalım kafamızın içinde bir yerdeki bilgilere dönüp onlarla oynaşıyoruz, çok da yeni bir şey olduğunu sanmam. Hepimizin gerçeklik alıcılarıyla oynayan Matrix mesela: Algıladığımız gerçekliğin dışında bir gerçeklik öneriyor. Muammanın tam da kalbine hamle yapıyor. Bunu yaparken insanın muammaya bulduğu ilk cevaptan yararlanıyor: Mitoloji. Matrix’te kullanılan isimler çoğunlukla mitolojiden. Bu şekilde hali hazırda bizde bulunan kodları ve soruları kullanıyor. Bakın ben de böyle bir cevap verdim ya da böyle yeni bir soru sordum diyor. Zaten aslolan yeni bir soru sorabiliyor musun, bu. Ya da bilinen soruları başka şekilde sor bana, şaşırayım, başka soru sanayım onu.

Muamma, bir ihtiyaç. Muammaya cevap bulmak da, bulamamak da öyle. Bu, insanı yaşama bağlayan, yaşama karşı kamçılayan, burada kalmasını sağlayan şey. Her hayati ihtiyaç gibi muamma da bir şeylerin aracı haline geliyor. Dinin, (din+politika)/2 şeklinde bir ortalamanın, politikanın, popüler kültürün… Geçtiğimiz günlerde Guy Ritchie’nin yönettiği Sherlock Holmes filmini izledim. Sinema sanattır, değildir ya da bu film sanattır, değildir; o ayrı bir konu. Fakat şunu gördüm her polisiye gibi insanın muamma sevdasını gıdıklayan ve “hiçbir şey göründüğü gibi değildir.” mesajı veren polisiye film Sherlock Holmes’de işlenen şu olmuş: “Muamma insanların yumuşak karnı arkadaşlar. İnsanlar bunu siyaset için, güç için öyle güzel kullanıyor ki..”

İzlediğimiz dizilere bakıyorum. Mesela Lost’ta zaman, sayılar, paralel evrenler, siyah duman… Hepsi başlı başına bilmece, muamma. Ama bunların hiçbiri olmasa da sadece yaşamadığımız, başkalarının olan hayatları izlemek bile muammamızı kurcaladığımız için. Çünkü ölümlüyüz, başka hayatları görmek, değişik ihtimalleri yaşamış olmayı varsaymak istiyoruz. Psikoloji derslerinde hep anlatılır; vücudumuz, izlemekte olduğumuz ya da hayal ettiğimiz şeylere, onları sanki biz gerçekten yaşıyormuşuz gibi tepki verir aslında. Doktorların yürüme engelli hastaları tedavi ederken onlara yürüyen, koşan insanları izletmeleri bundandır. Son dönemde artan güçlü ve zengin ama törelerin altında ezilen ağalarla, güzel şehirli kız dizileri toplumumuzun şehirle kırsalı bir araya getirme ve alıştığı şeyle elde etmek istediğini birleştirme arzusunun yansıması değil de, ne? Ya küçük mahalle insanlarının küçük ve gündelik kahramanlıkları ( ama yine “kahramanlıkları”) ya da arzu edilen zenginlik, güzellik ve servet. Yahut “Desperate Housewives” dizisini alalım. Elimizde olanla olmasını istediğimizi kaynaştıran bir format daha. Bu yüzden ülkemizde de bu kadar tuttu. Slogan ne? “Bir ev kadınını asla hafife almayın!”. Ev kadınları kendi şartlarının dışına çıkmayı hayal edip, muamma olan bir şeyi realize etmeye çalışıyorlar bu diziyle.

Muammaya bulduğumuz ve bulamadığımız cevaplar endüstrileşmenin ve dolayısıyla popüler kültürün nesnesi haline geliyor. Az evvel bahsettiğim diziler, bir “kahraman” olarak fotoğrafları t-shirtlere basılan Che… Hepsi muammanın taşıdığı potansiyeli kullanan, onu manipüle eden şeyler. Ve hatta sanatı kitsch yapan anlayışın dayısının kızı olur. Nabza göre şerbet vermece, başa göre sabun vurmacadır. Valla karlıdır, rahattır ama üzgünüm sanat, bilim, felsefe filan değildir. Baya baya t-shirte Che fotoğrafı basmaktır.

Hepinizi muammalarınızın bir kısmını bütün dünyaya açtığınız facebook aracılığıyla “poke”larım. Sıradaki parça, muammasını bulup da kavuşamayan, kavuşup da onu çözemeyen, çözüp de yanılan, çözemeyip çözdüğünü sananların elinde oyuncak olanlara gelsin sevgili dinleyiciler: Vedat Sakman’dan “Muammalı hummalı aşk bu”…

Geyiktransformationunit

16 Mayıs 2010 Pazar

Kirlilikleri ve yanılsamaları yakma zamanı: La Haine - Nefret

Ellinci kattan aşağıya düşen bir adamın öyküsü bu. Süratle yere doğru inerken kendi kendine şöyle diyormuş: Buraya kadar her şey yolunda, buraya kadar her şey yolunda, buraya kadar her şey yolunda. Ben zaten düşmüyorum, tırmanıyorum.

La Haine/ Nefret: Yönetmen ve Senaryo Mathieu Kassovitz, Yapım Christopher Rossignon, Görüntü Pierre Aim, Kurgu Mathieu Kassovitz, Scott Stevenson. 1995 Fransız yapımı. 95 dakika. Oyuncular: Vincent Cassel, Hubert Kounde, Said Taghmaoui, Karim Belkhadra, Francois Levantal.

Geçtiğimiz hafta uzun süredir raflarımızda bekleyen bir filmi izledik.
Film, Boyut Yayınları’nın ‘Dünya Sineması’ serisinden piyasaya sürülen CD’sinde “Paris’in ‘Gazi Mahallesi’nde bir günün hikayesi” olarak sunuluyor. Bu tanımı güncellersek şöyle diyebilir miyiz: “Şemdinli’de yaşananların arka yüzü”, ya da “Paris Olayları -1”. Film 1995’de, yani çekildiği yıl Cannes’de En İyi Film Ödülü almış. Aynı yıl En İyi Avrupa Filmi Ödülünü, 1996’da da En İyi Kurgu, En İyi Yapım ve En İyi Film Cesar’larını kazanmış. Bu ödüllerin hemen ardından ülkemizde gösterime girdiği halde yeterli ilgiyi görmemiş. Pek çok kere olduğu gibi, güncel olaylarla örtüşünce fark edildi. Geç fark edenler arasına bu satırların yazarını da ekleyebilirsiniz.

“La Haine”, Paris’te 27 Ekim 2005’de başlayan ve neredeyse bir ay süren olayların hemen öncesindeki 24 saatin belgeseli gibi adeta. Buna sanatın öngörüsü mü ve başarısı mı demeliyiz, yoksa iktidarların elle tutulabilecek kadar somut gerçekleri, çığlık çığlığa bağıran sorunları görmezden gelmesi ve hayatı okumak konusundaki başarısızlıkları mı?
Tercih sizin, hatta siyasal eğiliminizin…

(Zaten hepimizin filmi fark etmesini sağlayan da bu olaylar olmuştu. Şimdi durup dururken nedir diyecek olan olursa; olsun!)

Kassovitz, seyirciyi daha filmin adından başlayarak, pek “sevimli” şeyler seyretmeyeceği konusunda uyarıyor. Ülkemizde “Protesto” olarak gösterilmesine karşın, Fransızca aslı “La Haine”, “Nefret” kelimesine karşılık geliyor. İzlemeden önce filmle ilgili üç-beş satır bir şeyler okumamışsanız, filmin başlangıcındaki “gerçek” görüntüler geçtikten sonra, normal renklere döneceğimizi sanabilirsiniz. Oysa sinemada teknolojinin zirveyi yakaladığı günümüzde siyah-beyaz çekilmiş. Yönetmenin anlatmak istediği dünyayı daha iyi yansıtacağını düşündüğü iki renk siyah-beyaz. İki Paris gibi, hatta giderek iki dünya gibi… Çünkü hepimiz biliyoruz ki, varoşlar yalnızca Paris’te yok, Araplar, Afrikalılar ya da Hristiyan olmayanlar yalnızca Fransa’da azınlık değil. Yani pekala İstanbul’da ya da New York’ta olabiliriz ya da girişte söylediğim gibi, neden Şemdinli olmasın?

Film, Paris’in varoşlarından üç gencin 24 saatini anlatıyor. Mahallede başlayan bir ayaklanmanın hemen ardından gelen bir 24 saat bu. Aptil adlı arkadaşları bir göçmen müfettişi tarafından dövülmüş ve gözaltına alınmış, bunun üzerine bütün “site” ayaklanmış ve polis yoğun ve aşırı bir müdahaleyle olayları bastırmış. Gençlerin üçünde de bir gece önce yaşanan bu olayların öfkesi duruyor. Horbinne (Vincent Cassel) bir Yahudi, Said (Said Tagmaoui) bir Arap ve Hubert (Hubert Kounde) bir Afrikalı. Horbinne öfkeli ve taşkın bir delikanlı. Said neşeli ve pervasız, şiddete eğilimine dair pek bir belirti görmüyoruz. Belki biraz geveze ve yaramaz. Hubert ise aralarında en ılımlı olanı. Güçlü kuvvetli bir delikanlı, boks yapıyor ve ailesi tarafından “iyi çocuk” olarak görülüyor.

Gençlere dair sunulan en olumsuz davranış, uyuşturucularla yakın ilişkileri. Ancak bu ilişki eroin gibi “yüksek” düzeye çıkmıyor kesinlikle. Paraları yok, gerçek bir işleri, onlara hayata bağlayacak, hayatı sevdirecek, amaç edinip peşinden koşturacak bir hedefleri yok. Bütün bunları sağlayacak herhangi bir olanak da yok. Birlikte takılabilecekleri yerler, kendilerine benzeyen gençlerin vakit geçirmek için bir araya geldiği “boş” mekanlar. Onlara meşgale olabilecek yegane yer olma umudu taşıyan ve Hubert’in boks çalışmalarını sürdürdüğü spor salonu da bir gece önceki olaylarda darmadağın edilmiş.
Belki hayatla gerçek bir bağı ve hatta bir hedefi olan bir tek Hubert vardır aralarında. Belki de bu yüzden en az taşkınları odur.

Horbinne olaylar sırasında polislerin düşürdüğü bir silahı saklamış. Bu smith-wessonla gerçekleştirmek istediği bir amacı var: Eğer Aptil ölürse o da bir polis öldürecek. 10.48’de başlayan bu uzun güne damgasını vuran iki şey var: Birincisi gençlerin bütünüyle boş geçen zamanları. Yapacak hiçbir şeyleri olmaksızın, kendilerini oyalamaya çalışarak, zaman zaman bu boşluğu uyuşturucuyla doldurmaya çalışarak geçen uzun, amaçsız ve acımasız geçen zaman. Ve ikincisi Horbinne’in cebindeki silahın gerginliği. Bütün seyirci bu boşluk ve öfke içinde Said ve Hubert gibi, Horbinne’in o silahı çekeceği zamanın gerginliğini taşıyor. Hayat da bu duygunun kıyılarında dolaşıyor zaten. Kendilerine benzeyen başıboş gençlerle bir aradayken, onlara borcu olan bir Arap’ın evinde, beklenmedik bir biçimde karşılarına çıkan neo-nazilerle kavgada, neredeyse her köşe başında görünüveren polis ekipleriyle azınlıkların Paris’i ölümle yaşamın anlamsız bir biçimde yan yana durduğu bir huzurluklar kenti. Bizim tanıdığımız, dünyanın bir numaralı turizm kentine ya da romantizmin başkentine hiç benzemiyor.
Bu gerginliğin çözülmesini bekleyerek, hiçbir şey olmamasını dileyerek, bu üç gençle birlikte, sabaha dek uyumaksızın bir 24 saat geçiriyoruz. 95 dakikaya sığdırılan bu 24 saat boyunca bize de gözümüzü bile kırpma fırsatı vermiyorlar. Sonunda sabaha karşı 4 civarında başı boş gezerken, bir alışveriş merkezinin dev ekranlarında Aptil’in öldüğünü öğreniyorlar.

Sonrası için buradan söylenecek pek bir kalmıyor, izlemeli ve kendi Paris’inizi bulmalısınız. Amelie’nin Paris’i mi yoksa Kassovitz’inki mi?

Herkes gibi doğmuş, kendisini herkesle eşit sanarak büyümüş gençlerin şaşkınlığı, bu şaşkınlığın sorusu, açılış görüntüleri ve yazıları eşliğinde, Bob Marley’in ağzından, reggae ritminde dökülüyor:
“Bu sabah gözaltına uyandım, kendimi bir mahkum olarak buldum,
karşımda tanımadığım yüzler vardı ve acımasızlığın üniformalarını giymişlerdi.
Elimizdeki her şeyi kaybettik ve çok bedel ödedik,
daha kaç nehir geçmemiz gerekecek.
Yakma ve yağmalama gecesi bu gece.
Kirlilikleri ve yanılsamaları yakalım.
Ağlama ve çığlık gecesi bu gece.
Bize yiyecek verin ve bırakın büyüyelim.
…”

Bu kadar basit aslında istedikleri. Yaşamak istiyorlar. Yalnızca yemek ve büyümek istiyorlar.
Bob Marley’in şarkısı filmin bir özeti gibi. Yanılsamaları ve kirlenmeyi ortadan kaldırmalıyız. Çocuklarımızın hayatlarını korumalı, onları beslemeli ve büyümelerine izin vermeliyiz. Dünyayı yönetenlerin yapması gereken bu kadar basit.

Kassovitz’in filmi umutsuz gibi görünürken aslında, çözümü de içinde sunuyor. Film boyu kocaman bir siyah boşluk içinde gözümüze sokulan zaman pekala da böyle geçmeyebilir. Başıboş ve amaçsız olmayabilir. Said filmin bir karesinde gördüğümüz bir reklama tam da buradan müdahale ediyor. Büyük bir reklam panosunda “dünya sizin ellerinizde” yazıyor, Said onu “dünya bizim ellerimizde” diye düzeltiyor. Düzeltiyor, çünkü dünya Saidlerin ellerinde değil. Kendi dünyalarına, yaşamlarına sahip değiller ki onlar. Sürükleniyorlar. Her yöne doğru sürüklenebilirler. Böyle baktığımız zaman, işsizliğin son 30 – 35 yıldır tek yaşam biçim olduğu güney-doğudaki sorun da kristalize oluyor sanki…

Burada bir parantez açmayı zorunlu görüyorum.
Bu satırların yazarı bir kadın olduğuna göre, kendi cinsimin filmde hiç denecek kadar az görünmesini saptamamam olanaksız. Kadınlar iki biçimde ve topu topu üç kez görünüyorlar film boyu. Birincisi varoştaki kızlar, ağabeylerinin namusu olarak ve ikincisi diğer dünyadaki kadınlar, “asılmak” için. Öteki dünyada yaşayan kadınların pek ortalıkta olmaması anlaşılabilir, çünkü diğer Paris zaten filmin içinde pek az görünüyor. Yukarıda da belirttiğim gibi yönetmenin bir tercihi ve yorumu olarak. Ancak varoşta kadınların görünmemesinin üzerinde durmak isterim. Bunun iki nedeni olabilir. Yönetmen sorunun bu yanına bakmamış, bakmamayı tercih etmiş veya görmemiştir. Ya da, çerçevesini patriarkın çizdiği bu “eril” dünyada kadınların bir “getto” içinde bile yok olduklarını düşünüyor. “Öteki” konusuna yaklaşımı göz önüne alınırsa, ona ikincisini yakıştırabiliriz diye düşünüyorum. Yönetmenin muradını aşan bir yorum yapmak istemem ama, kadınların yokluğunu da yalnızca “özensiz” veya “gerek görmemiş” diye tanımlamak çok zor…
Parantez bu kadardı.

Kossotvitz’in yönetmenliği yalnızca seçimleriyle öne çıkmıyor. Yani filmi ‘95’de siyah beyaz çekmek, Paris’in zor kabullenilen bir yanını anlatmak ya da yıldız olmayan oyuncularla çalışmaktan ibaret bir yönetmen değil Kassovitz. Özgün bir sinema dili var. Genç yaşına karşın yetişkin bir sanatçı olduğunu gösteriyor bu filmde. Seçtiği kamera açıları ve hareketleri çok çarpıcı ve görsel dili söylemek istediği cümlenin emrine sunmakta çok başarılı. Örneğin tuvaletteki ayna sahnesi. Parçalanmış, birbirinden bağımsız üç ekran olduğunu sanıyoruz. Her bir genç bu ekranların birinin içinde bulunuyor. Oysa kamera biraz geriye çekildiği zaman, tek bir kare olduğunu ve aynaların yardımıyla bu açıyı Kassovitz’in yarattığını görüyoruz. Bir başka etkileyici kamera hareketi, gençlerin “asıl” Paris’e ulaştıkları ilk nokta olan balkonda karşımıza çıkıyor. Tek bir hareketle derin anlamı olan bir görüntü yakalıyor yönetmen. Gençlere yaklaşırken, Paris bizden uzaklaşıyor. Paris’in ortasında oldukları halde, “gerçek” Paris, onlara çok uzaktır. Filmi izlerken en çok etkilendiğim anın bu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu iki harekete bir de geçiş ekleyebiliriz. Filmin başında Horbinne evinde ayna karşısında “Taksi Şoförü”nden sahneleri taklit ederken, parmaklarıyla bir tabanca oluşturur ve onunla ateş eder, biz sesi duyarken her şey kaybolmuş geriye sesin çınladığı bir boşluk kalmıştır, bu boşluğun içinden mahalle çıkar karşımıza, ses onun üzerine düşer. Ustaca oluşturulan bu etki, filmin bütününe yayılarak sürdürülecek, bu silahın gerçekte çıkaracağı ses, film boyu bizim tarafımızdan beklenecektir.

Kassovitz’in oyuncu yönetiminde de başarılı bir yönetmen olduğunu belirtmek gerek. Filmin ekseninde duran üç gencin, sokaktan toplanmış çocuklar olduğunu düşündürecek doğal bir oyunculuk yakaladıklarını göreceksiniz. Ailelerin yer aldığı sahnelerin de bu bakımından şaşırtıcı derecede başarılı olduğunu söylemeliyim. Hemen kenarlarında duran kameraya rağmen yaşamlarını sürdürüyor gibi bir halleri var. Ortamın inandırıcılığı için çok gerekli olan bu doğallık filmin bütününde yakalanmış ve atmosferi haline getirilmiş. Ancak “Vincent Cassel’in öfkeli genci”nin başarısını diğerlerinden ayırmazsam haksızlık etmiş olurum. Hepimize çok tanıdık gelen, taşkın ama boş öfkesi o kadar gerçekçiydi ki, neo-naziyi öldürmek üzere silahını doğrulttuğu sahnede gerçekten nefeslerimizi tuttuk. Horbinne silahını indirirken, yalnızca karşısındakinin değil, nefeslerimizi bıraktırarak, bizim de hayatlarımızı kurtardı.
Gerilim ve gerçeklerle dolu bu atmosferi, bu güçlü dili yaratanın başarısını anlayabilmek için Kassovitz’e yakından bakabiliriz. Çok genç Kassovitz. Bu filmi çektiğinde henüz 28 yaşını bile doldurmamış. 1967 doğumlu. Ve yukarıda da saydığım gibi daha o yaşta pek çok ödülün sahibi olmuş. Azınlıklar ve ırklar meselesine bu kadar derinden ve başarıyla bakabilmesinin nedeni biraz ailesinin geçmişinde yatıyor. Sinemacı bir anne-babanın çocuğu. Belki sinemasal başarısının bir kısmı burada. Ama onu belirleyen galiba babasının Peter Kassovitz’in bir Macar oluşu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Peter henüz 5 yaşındayken ailesi konsantrasyon kampına götürülmüş. Onu bir Hristiyan aile saklamış. Savaştan sonra neredeyse bir mucize kabilinden birbirlerini bulmuşlar. Baba Kassovitz 1956’da Macaristan’da gerçekleşen Sovyet yanlısı değişim sırasında Paris’e yerleşmiş. Normal günlerin başlangıcı belki de Paris. Ama ancak oğul Kassovitz’in kamerasından görünen kadar normal. Aileye girmişken bu bilgileri tamamlayalım. Anne bir kurgucu, babanın ise kamera asistanlığıyla başlayan sinema yaşamı, yönetmen olarak sürüyor. Oğul Kassovitz babasının pek çok filminde rol almış. Aktör olarak da ödülleri var. Hatta filmi izlerken dikkat etmeniz için bir küçük not, yukarıda sözünü ettiğimiz sahnedeki neo-nazi, Mathieu’nun ta kendisi.

Dediğimiz gibi ailesinin yakın tarihi Mathieu Kassovitz’in dünyaya, Paris’e bakışını belirleyen önemli bir etken. Kısa filmlerle başlayan yönetmenlik macerası ödüllü uzun filmlerle sürüyor. Bu filmin ardından daha önce bir kısa film olarak çektiği “Assains”in uzun versiyonunu piyasaya sürmüş. Sonra da ünlü “Kızıl Nehirler”. İzleyenleriniz hatırlayacaktır orada da bir “ari ırk”, “neo-nazi” anlayışı meselesi işlenir. Son filmi Oscarlı yıldız Hale Berrie’li “Gothika”. 2003’de çektiği bu filmin ardından 2007’de “Babylon”u çekeceğini duyurdu. Kızıl Nehirler’le birlikte girdiği Hollywood – Fransız ortak yapımları durumu sürüyor. Sanıyoruz bağlantı sayesinde Hollywood’un dikkatini çeken Vincent Cassel, daha sonra tam bir gişe filmi olan Oceans Twelwe’de “Le Haine”den çok farklı bir karakterle karşımıza geldi.

Siyasi bir bakış açısına sahip olmanın aynı kente ya da aynı gruba bakışı nasıl tanımladığını görebilmek için bir önerim var. Bu filmi izledikten sonra (bence aslında önce ama, dinlemeyeceğinizi biliyorum), Luc Besson’un “Yamakasi”sini izleyin. Aynı atmosferde çekilmiş iki film, “Le Haine” ve “Yamakasi”. Ve biz Luc Besson’u çok severiz.
Bir temenniyle bitirmek istiyorum bu yazıyı: Umarım Hollywood’la başlayan “ortak yapımlar” flörtü, Kassovitz’in sinema kişiliğinde Vincent Cassel’dekine benzer bir değişime yol açmaz. Malum, Hollywood hem göz kamaştıracak kadar parlaktır, hem de karşı konulamayacak kadar baştan çıkarıcı. Çünkü, bir yönetmenin ayaklarına dünyayı serebilir.
Hatırlar mısınız Emir Kusturica diye bir yönetmen vardı?

Vişne

Büyüğün Dili

Belki de büyük olmanın dili demeliydim.

Bugünlerde “Greys Anatomy’ye takılıyorum. Diziyi 5. sezonunda keşfettim ya da teslim oldum diyelim, yoksa farkındaydım elbet, içinde Patrick Dempsey olsun da fark edilmesin, yalan olur. Sonunda adamın cazibesine bıraktım kendimi, bayıla bayıla seyrediyorum, sağolsun korsan kanallar ve çeviriciler… İndirdim, ilk sezondan itibaren seyrediyorum. Ama bedava seyretmek olmaz. Her şeyi “hak ederek” yapacaksın! İyi bir ders çalışma gününün sonunda, beklenmedik bir sonuca varınca ya da iyi bir “paper” çıkarınca, başarının oranına göre 1 ya da 2 bölüm attırıyorum. İtiraf edeyim bazen 3 bile oluyor…

Dizinin ilk sezonlarında Sheppard ve Burke adında iki şahane doktor var. İki şahane adam. Elbette uzman doktorlar. “Adam” olmalarından belli değil mi? Kendilerine aşık, “güzel” , asistan doktorlar var, onlar da eşyanın tabiatı gereği kadın… Tekrarlayalım, yakışıklı adamlar uzman, güzel kadınlar asistan.

Neyse mevzumuz bu kadın erkek meselesi değil zaten. Bu yakışıklı, şahane uzmanlar, kendilerinden ya da birbirlerinden bahsetmek gerektiğinde şöyle diyorlar: “Sen dünyanın en iyi kardiyoloğusun” veya diğeri, “senin gibi dünyanın en iyi beyin cerrahının bulunduğu bir hastanede…”
Adamlar ABD’nin (Dünyada 1 ülke, büyük ama, 1 ülke) bir eyaletinin (50 eyaletten 1’i) bir kentinin (1 kent, 500 bin nüfuslu tek 1 kent, Amerika’nın nüfusu 300 milyonun üzerinde, dünyanın nüfusu 7 milyara yakın) bir hastanesindeler. Öyle “House” gibi “genius” filan diye de geçmiyorlar kayıtlarda, ama arkadaşlar, “dünyanın en iyi beyin cerrahı”, “kardiyo tanrısı”lar filan.

Hani bir fıkra var, kötü ama çok özetleyici: “Dünyanın geri kalan kısmındaki yiyecek eksikliğini gidermek için çözüm önerilerinizi dürüstçe belirtin” sorusuna her ulustan birileri sorunun bir bölümünü bilmediği için yanıtlayamamış. Kimi “eksiklik” kelimesini bilmiyor, kimi “yiyecek” kelimesini, kimi “dürüst”ü vb… Kuzey Amerika’nın bilmediği bölüm: “Dünyanın geri kalanı”. Onlar bir tek kendilerini biliyorlar. İşinde iyiysen bu demek oluyor ki, dünyanın en iyisisin! Hani beyzbolda böyle deseler anlarım, onlardan başka oynayan yok bu tuhaf oyunu…
Bu Amerikalılar “büyük” anlayacağınız ve bunu böyle ifade ediyorlar.

Ama “büyük” olmak yalnızca onlara has bir duygu ya da algı durumu değil. Büyüklük her bağlamda kurulabiliyor. Amerikalılar, dünyanın büyüğü ise, İstanbullular da bu memleketin!

İstanbullular, cümleleri geniş zamanda kuruyorlar, herkes için yani. Onlar için “yeni”, herkese yeni, onlara “tuhaf”, herkese tuhaf vb. Uzun yıllar televizyonda “yol durumu” sadece İstanbul için verildi sabahları. Bu yıl değiştirdiler. Ama dil hala aynı. “Bugün trafik korkunç, çünkü …. Zirvesi toplanıyor” diyor haber sunucusu. İyi de Erzurum’da böyle bir toplantı yok, trafik de her zamanki gibi. Uşak’ta ise trafik her zaman rahat…

“Zihin yönlendirilmesi” diyor Schiller, “bir çeşit fetih aracıdır. Toplumun hakimiyetini elinde bulunduran seçkinlerin, kitleleri kendi amaçları doğrultusunda biçimlendirmesinin vasıtalarından biridir.”
Kurulan bu dil zihni yönlendiriyor. Hem yönlendirilmiş bir zihinden çıkıyor, hem de ulaştığı zihni etkiliyor. Böylece dinleyen olarak siz de, öznenin kendiniz olmadığını, başkalarının her zaman özne olduğunu öğreniyorsunuz. Zamanla, yavaş yavaş ama öğreniyorsunuz. “Kar yolları kapattı” diyorsa spikerler, onun İstanbulluların yolu olduğunu baştan biliyorsunuz. Özne olmamayı benimsemiş halinizin sonucu bu! Elbette hava ve yol durumunu aktaran ana haber bülteni sunucusunun ya da yazarının niyetinin bu olduğunu söylemiyorum. Bu ahmaklık olur. Ama burada kurulan dil, bir ideolojinin varlığının göstergesi. Tayin edici bir dil kuran, bu dille bir tür biat yaratan bir ideolojinin. Karşıtı yok mu, olamaz mı? Olur elbet, var da nitekim. Yıldırım Türker, “Dünyayı Kurtaracak olan Dil” yazısında, “militarist hiyerarşinin aksanıyla zedelenmemiş bir dil” diye tanımlıyor dişil dili, “iktidarın her türlüsüne karşı saygısız, … her şeyi birbiriyle tartarak değerlendirmeye yanaşmayan” bir dil… İki zıt dil… İki zıt dünya… Biri “Büyük” olmanın dili, diğeri, “diğeri” olmanın, ya da dünyanın geri kalanının dili.

Dil yalnızca birbirimizi anlamak için kurduğumuz basit bir iletişim aracı değildir. Birbirimizi anlamak için kurduğumuz, karmaşık bir iletişim aracıdır, içinde, zamanın ruhunu/zeitgeist, dünya görüşünü/weltanschaung’u, estetik tercihlerimizi, özetle vicdani süzgeçlerimizi taşıyan. Onun içindir ki Ferdinand Saussure bugün “göstergebilim” olarak adlandırılan ve yapısökümcü diyebileceğimiz “modern sonrası” dönemin analiz yöntemlerden birine, yalnızca dilin kodlarını “yeni” kavramlarla ayrıştırdığı için ulaşmıştır. Yüzyılımızın belki de en önemli “okuma yöntemi” dil üzerinden kurulmuştur.

Onun için “dünyayı kurtaracak olan” dildir.
Türker’in tanımındaki “her şeyi birbiriyle tartarak değerlendirmek” diye bir kavramdan sözediliyor. Nedir bu, batı ideolojisinin temelinde yatan, “hiyerarşik düalizm”. Yani bir ikili yapıdır ve bu yapıda her şey “öteki”ne göre tanımlanır. Kendisini varetmek için, ötekine ihtiyaç duyar ve bu ötekiyle “hiyerarşik” yani “sıralıdüzen” bir ilişki kurar. Bir tür ast – üst ilişkisi…

Dişil dil bunu kurmaz. Zaten kurarsa, “dil” olmaz. Diğerinden var çünkü. Bütün yapıyı sorgulayıp, yenisini üretmeden kavramları yenileştirmek mümkün değildir çünkü…

Bütün bunları niye söylüyorum biliyor musunuz, hiç! Hakikaten bir hiç uğruna.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı söz konusu ya bu günlerde. Facebook’ta bir arkadaşımın Kılıçdaroğlu fotoğrafının altına yorum girmiş bir arkadaşı. “Kaç gündür bu adamı dinliyorum, aradığımı bulamadım. Şöyle gümbür gümbür kendisini ifade eden bir lidere ihtiyacımız vardı bizim” diyor.

Bu “gümbür gümbür” tam Baykal işte, hatta biraz da Erdoğan…
Ama aslında onların ağababası Türkeş’di o! Bir Hasan Mutlucan gümbürtüsüdür onun aslı ve orjinali Hitler! Yani aslında bu ideolojik bir sorun. Algımızı yönlendiren tanımı analiz ettiğimizde, en çok eril şiddetten etkilendiğimiz gerçeği ortaya çıkarsa şaşırırız. Ama ya gerçekse… Şu gümbür gümbür arzumuz, çok eskiden öğrenilmiş, yönlendirilmiş zihnimizle aradığımız bir kodsa!

Susmayı ve dinlemeyi bilmek yeni! Bağırmamak yeni! Diğergâm olmak yeni!
Sadece bizde değil, tüm dünyada yeni.
Tüm dünyada faşizm, ırkçılık, dini istibdat yükselirken, galiba gümbür gümbürden başka bir şeye ihtiyaç var…
Yeni bir dile ne dersiniz…

Sevgilerimle,
Vişne

4 Mayıs 2010 Salı

NEDEN BİLİM KURGU

İnsan neden sanat yapar?” düşüncesinden yola çıkalım. Neden?
Çünkü insan kontrol etmek ister.
Olup biten herşey onun kontrolünde olmalıdır ve onun mantığı olup biteni anlayabilmelidir. Eğer insan, doğa ondan üstün diye düşünüyorsa, ne yapıp edip bu üstünlüğü kırmaya çalışır.
İnsan öncelikle hayatta kalmak için uğraşır ve her zaman tabiatın üstünde olabilmek için onunla yarışır.
Tabiatı yenebilmesi için elindeki yegane koz sanattır...
Sanatla henüz olmayanı hayal eder ve hayalini yaratarak doğanın önüne geçmeye çalışır.
Mesela BİLİMKURGU... Bilimkurgu sanat mıdır?
İnsanlığa ne kattığına göre bu sorunun cevabı değişir.
Bilim kurgu hayatta kalabilmek için hayatı anlamamıza bir katkı sağlıyor mu?
Bence evet... Zaten bilimkurgu ile yapılan henüz çözemediğimiz hayat döngüsünü, mantığımız çerçevesinde anlamlandırmaktan başka birşey değildir.
Belkide eski çağlardaki mitolojinin günümüz yorumudur BİLİMKURGU...
Çözemediğimiz gerçekliği, hayalimizde/düşüncemizde bir mantığa oturtmak, neden varolduğumuzu keşfederek hayatı daha yaşanır kılmak ve böylece hayatta kalabilmek için yarattığımız dünya ve haz duygusu ile hayata daha sıkı sıkıya tutunmaktır bilimkurgu.
Tabi ki günümüzde herhangi birşey kötü ellerde sırf ticaret aracı haline gelebiliyor. Hele de bu şey buna müsait bir alt yapıya sahipse, neden olmasın.
Bilim kurguda öyle...
Çünkü bilimkurgu iyi bir oyalama aracı da aynı zamanda...
Hatta Sanayi Devrimi sonrası adını duymaya başladığımız bilimkurgunun çıkış noktası, değişen dünya koşulları ile endişe içinde olan toplumu, içinde bulunduğu gerçeklikten ve sorunlardan koparmak ve toplumun yeni olana duyduğu kaygıyı ya da merakı yok saymaya, hiç sorun yokmuş gibi göstermeye çalışmaktan başka birşey değildir.
Oysa yapılması gereken aklımızı kullanmak, içinde bulunduğumuz durum yanlışsa bunu farkedip sınırlarımızı aşmak ve gerçek gerçeklikten yani sorunun özünden uzaklaşmadan faydalı olanı yaratmaktır.

İşte bu yüzden BİLİMKURGU...

Mıcırık